Aslında aylar oldu Tanpınar’ın bu kitabını okuyalı. Bununla birlikte, sanırım Tanpınar kitaplarının hepsini okumuş oldum ve bunun için çok pişmanım. İnsan Tanpınar’ın romanlarından hiç olmazsa birini ahir ömründe okuma niyetiyle saklamalı ki, hayata tutunacak bir dalı kalsın.
Tanpınar’ın müthiş gözlem yeteneği bu romanda da kendini hissettirse de, bu romandaki gözlemleri Proustvari olmaktan uzak. Gündelik hayatın içine serpiştirilmiş görünen ve Huzur‘da bütün ihtişamıyla kendini sergileyen o gözlemler, burada yerini daha sakin, fakat bambaşka bir mecraya odaklanmış bir gözleme bırakmış: İşgal altındaki Konstantinopolis. Bu işgal altında olma teması üzerinden, Tanpınar, hem makro düzeyde bir “sahnenin dışında kalanlar” atmosferi yaratır, hem de aynı anda, mikro düzeyde başka bir “sahnenin dışında kalma” hadisesi de roman kahramanının, memleketinden, en önemlisi sevdiği kadından kopuşu ve artık bundan tamamen ümidini kesişi kurulur. Huzur‘da kısmen, Saatleri Ayarlama Enstitüsü‘nde ise mizahi olarak daha geniş düzeyde bahsedilen bu medeniyet paradigması değişimi, felce uğramış ve kendi fin de siecle’ini yaşamaya mecbur bırakılmış, bunun sancılarını çeken medeniyet algısı bunalımı, bu romanda da kendine oldukça sağlam bir yer edinmekle beraber, daha çok işgaleuğramış bir Konstantinopolis ve daha da vahimi, işgal altında bulunan milyonlarca zihinden ve ruhtan mürekkep bir vatanı, samimane acıdığı bir Şark’ı anlatır Tanpınar. Tabi içinde, yitip gidip bir aşkın hikayesini de bize unutturmadan.
Sahnenin Dışındakiler’de içime dokunan bir şeyler vardı. Normalde Tanpınar bende bu etkiyi yapmazdı, fakat bu romana sirayet etmiş o mündemiç melankoli ve umutsuzluk, bazı cümleleri insanın gözüne sokuyor, kalbine saplıyordu. Zaman zaman, hareketsiz kaldığımı hatırlıyorum.
“Halinde, sonradan okuduğum Edgar Allan Poe hikayelerinin kadın kahramanlarını andıran bir şey vardı. Onlar gibi, insanın içinde aşk, sonsuzluk duygusu, bilinmez daüssılalar uyandırdıktan sonra ortadan çekilip giden bir mahluk.
Çekilip giden, fakat bir türlü unutulamayan bir mahluk.” Sf. 9.
Bu gönül ilişkisinin enkazı altından ara ara başını kaldırıp Konstantinopolis’e bakan kahramanımız bazen gözlem yapmaktan geri durmaz. Örneğin şu jenarasyonel detayı pek önemli buldum:
“Dört muharebe senesinde bir kaç nesil birden askere alındığı için ananeleri yeni gelenlere öğretecek insan kalmamıştı. Uzun süren bir kıştan sonra, buzlar altında filiz süren otlar gibi her şey yeniden filizleniyordu.” S 13.
Eski Konstantinopolis’e dair (aslında bu noktada Konstantinopolis değil İstanbul demem lazımdı, ama ben bu kelimeyi kabul etmiyorum. O şehrin adı Konstantinopolis veya Kostantiniyye, ve gerçek adı iade edilene kadar ben Türkçedeki adını kullanmayacağım.) başka bir gözlem, özellikle önem arzetmekteydi. Bugün tamamen yitirmiş olduğumuz ve malesef oturup yasını tutmamız gereken şey, bir zamanlar inanan-inanmayan, müslüman-gayrimüslim herkesçe paylaşılmakta ve sokaklara rengini tatlı bir takva vermekteydi:
“Bundan otuz, kırk sene evvel insanlar, sadece iş veya eğlence için bir yere gelmezlerdi. Hatta asıl bütünleştirici olan şey, bunlar değil ibadetti. İman dediğimiz duyguyu içinde duysun veya duymasın herkes evinden çıkarken onun kisvesine bürünürdü. İman, sadece bizi Allah’a bağlayan bağ değil, müşterek kıyafet, yüz ifadesi, muaşeret şekli, hülâsa cemiyet hayatında nezaket ve merasim dediğimiz şeylerin, yani karşılıklı münasebetlerin tek kaynağıydı. Onu içlerinde gereği gibi bulamayanlar, yahut onun emirlerine gereği gibi itaat etmeyenler de sanki her evin taşlığında, veya kapının yanında küçük bir dolap varmış gibi onun hallerini, o kendinden geçme, çok yüksek bir varlığa bağlama ve tevekkül maskesini yüzlerine geçirmeden dışarıya çıkıp insanların içine karışmazlardı.” S. 22.
Konstantinopolis adetlerinden bir başkasını anlattığı kısımda ise, gülümsememiz engel olamıyor, bu strateji üstadı kadına hayran olmadan edemiyoruz:
“O yıllarda İstanbul’un en parlak, en kıskandırıcı evlenmeleri, Sakine Hanım’ın vasıtasıyla olanlardı. Bu başarının başlıca sırrı, Sakine Hanım’ın çok realist yaradılışında idi. İzdivaç ona göre bir iş, belki de en mühim ve ciddi bir işti; her şeyden evvel de hesaba dayanıyordu. Sakine Hanım, bu hesabı sade para üzerine kurmaz, daha doğrusu iki tarafın behemehal zengin olmasını istemezdi. Bir tarafın getirdiği maddi nimetleri, öbür tarafın şöhret, asalet, güzellik, iyi tahsil, görgü, zekâ, mevki, bağlanma kabiliyeti gibi meziyetlerle birleştirmeye çalışırdı. Böylece manevi kıymetler de onun izdivaç piyasasında, bir nevi esham ve hisse senedi gibi efektif rolü oynardı.” 74.
Belki kitabı okuduğum sırada yersiz yurtsuz olduğumdan ve ev kekinin temsil ettiği bütün huzura muhtaç hissettiğimden, şu kısmı da not etmek istedim. Büyük şair Verlaine’in özlemini duyduğu şeylerin neler olduğunu görünce, biraz afallıyor insan. Acaba ansinthe’den beyni sulanmış bir şekilde Paris cafélerinde süründüğü günlerde mi bunu yazdı, yoksa daha önce mi, bilmiyorum. Bildiğim, benim gibi bir çoklarının hislerine tercüman olduğu.
“Bu son cümlenin ilhamıyla Verlaine’in ‘Mon rêve familier’sini yavaş, biraz muttarit, bununla beraber içten gelen bir şeyler katmasını bildiği sesiyle okumaya başladı. Zaten son günlerde konuşmalarımız yer yer, hep aynı şairin ehlî hayatı, lamba ışığını, çay masasını, başbaşa saatlerin ve akşam gezintilerinin sükûnunu, mahremiyetini özleyen gençlik şiirleri ile bitiyordu.” S. 82.
Romanın en dokunaklı cümlelerinden biri de, aşkını kaybediş öyküsünden, kahramanın:
“Bundan sonra onu bu şarkıların arasından, onların taşıdığı hasret ifadesiyle sevecektim.” Sf. 168.
Tanpınar’ın, Doğu’yu, en içler acısı haliyle anlattığı kısım ise, hiç bir zaman aklımızdan çıkmamalı:
“İskeledeki yolcuların sefaleti, düşüncelerimizin istikametini değiştirdi. Ne İhsan’ın babadan kalma evinde, ne Rasim Bey’in köşkünde, hatta o perişan hâline rağmen biraz evvelki yalıda, bu sefaletten eser yoktu. Onlar, arasından çıkıp geldiğim insanların hayatıyla hiç bir alakası olmayan yerlerdi. Halbuki bu küçük Boğaz iskelesinde gördüğüm düşünceli memur, yaralı elini çorabı kadar kirli bir askıya asmış, ince bir değneğe dayanarak topallaya topallaya yürüyen, henüz terhis edilmiş nefer, ağlamaktan yorulmuş gözlerini yüzlerinde behemehal aramak lazım gelen ihtiyar kadınlar, ebedî bir vazgeçtimde her şeyden uzaklaşarak zihnî bir şehvet içinde yaşayan, aşkı da cinsiyeti de küçük, iğrenç, insandan ayrı itiyatlar haline getiren her yaşta insan, sadece ıstıraplarıyla, kendilerini yakalayan alakasızlık veya dört taraflarını saran ihtiyaçla öbürleriyle birleşiyordu. Bu matematiği Trakya’dan Van’a, Van’dan Çin Denizi’ne kadar götürebilirdiniz. Bu şarkın sefaletiydi.” 185.
Ve Tanpınar’ın, yine her zamanki gibi memleketin, Anadolu’nun halinden dem vurduğu kısım:
“Çünkü Anadolu acıdır, dedim. Eliniz kesildiği zaman, bir yere çarptığınız zaman duyduğunuz şey yok mu, işte onu çok büyültün, tahammül edilmeyecek hale getirin, işte Anadolu odur…” 207.
Ve bunu türkülerle birleştirdiği bölüm unutulmaz. Tanpınar bir de burada, “Anne benim sol yanımda sancı var/ ben ölürsem benden nice genci var” türküsünün sözleri üzerinden bir türkünün yazılışını anlattığı kısım, türkülerin sadece sözlerine değil, ezgilerine bile sirayet etmiş o acı. Tanpınar büyük adamdı.
“Bilmem Anadolu türkülerini sever misiniz? Korkunç şeylerdir. Birdenbire kulağınızın dibinde bir daha içinden çıkamayacağınız bir uçurum açılıverir. Artık ondan sonra sizden hayır gelmez. Her şey etrafınızda altüst olmuştur. Çünkü sıcak ekmek gibi insan ıstırabıyla, azmiyle, hasretle, ölümle başbaşa kalırsınız.” 208
Evet, türküler böyleydi. Türküler, Tanpınar’ın Beş Şehir kitabında da belirttiği gibi, “farkında olmadan yutulan bir avuç kor” gibiydi. Bu koru yutan da bir daha kendine gelemez, belki de hep “sahne”nin dışında kalma pahasına, bazı şeylere veda ederdi.
Olsundu. Ortada bir sahne olabilmesi için, bazılarının dışarıda kalması gerekmez mi zaten hep?