Adı Güzel, Kendi Güzel Kitap

ImageAslında çok uzun zaman oldu bu kitabı okuyalı. Fakat o günlerde Konstantinopolis’te değil Mısır’da olduğumdan, aldığım notlara rağmen bir yazı yazamadım. Sonrasında da savrulmalar derken, bugüne kadar erteledim. Catcher in the Rye, adı her zaman beni heyecanlandıran bir eser olmuştur. Salinger da, oldukça merakla okumayı beklediğim bir yazar. Türkçe çeviride adı Gönül-çelen veya Çavdar Tarlarında Çocuklar olarak çevrilmiş olsa da, Catcher in the Rye, insanda daha başka çağrışımlar yaratır. Sapsarı bir çavdar tarlasında, sarı sıcakta, ya da bir ikindi vakti, saklambaç oynayan çocukları getiriyor insan aklına. Fakat romanı okumaya başladıktan sonra, bu tür pastoral bir hikayeden ziyade, bambaşka bir zamanda ya da mekanda kurgulanmış, fakat yine de o aklımıza gelen tablodaki kadar naif bir hikayenin içine giriveriyoruz. Eserin kahramanı Holden, hayata tutunamayan, tutunmayı öğrenmeye çalışan, bir ergendir aslında. Hikayenin ilk bölümü, Holden’in Pennsylvania’daki okulundan uzaklaştırılması ile başlıyor ve devam eden sayfalarda da, kahramanın ailesinin tepkisinden korkarak okuldan ayrılışı, New York’a gidişi, ve oradaki bir kaç günlük macerasını görüyoruz. Kitabın en karakteristik özelliği, kahramanın maceralarını, daha yetkin ve bilge birinin gözüyle değil, bizzat ergen Holden’in kendi parametreleri, kendi paradigması ile, bir çocuğun saflığı ve kararsızlığı ile anlatmayı başarması. Çocuk saflığı derken kastettiğim, aslında, Little Prince’deki gibi bir naiflik değil, son derece underground ve evet, son derece ‘loser’ bir saflık, bir kaybolmuşluk.

Kitapta dikkatimi çeken fazlaca detay var fakat en güzel alıntılar sanırım şunlardı:

“After I shut the door and stared back to the living room, he yelled something at me, but I couldn’t exactly hear him. I’m pretty sure he yelled ‘Good luck!’ at me. I hope not. I hope to hell not. I’d never yell ‘Good luck’ at anybody. It sounds terrible, when you think about it.”

Ve:

“He hated it when you called a moron. All morons hate it when you call them a moron.”

Ve:

“He was one of those bald guys that comb all their hair over from the side to cover up the baldness. I’d rather be bald than do that.”

Ve:

“That’s the thing about girls. Every time they do something pretty, even if they’re not much to look at, or even if they’re sort of stupid, you fall half in love with them, and then you never know where the hell you are. Girls. Jesus Christ. They can drive you crazy. They really can.”

Ve:

“They were exactly the same morons that laugh like hyenas in the movies at stuff that isn’t funny.”

Ve:

All those Ivy League bastards look alike.

Ve:

“Then she left. The Navy Guy and I told each other we were glad to’ve met each other. Which always kills me. I’m always saying “Glad to’ve met you” to somebody I’m not at all glad I met. If you want to stay alive, you have to say that stuff, though.”

Ve:

“Goddam money. It always ends up making you blue as hell.”

Ve:

“I simply happen to find Eastern philosophy more satisfactory than Western. Since you ask.”

“You do? Waddaya mean ‘philosophy’? Ya mean sex and all? You mean it’s better in China? That what you mean?”

Ve:

‘It’s not too bad when the sun’s out, but the sun only comes out when it feels like coming out.’

Ve:

‘But you don’t have to be a bad guy to depress somebody – you can be a good guy and do it.’

Ve:

“…I have to catch everybody if they start to go over the cliff – I mean if they’re running and they don’t look where they’re going I have to come out from somewhere and catch them.  That’s all I do all day.  I’d just be the catcher in the rye and all.  I know it’s crazy, but that’s the only thing I’d really like to be.”

Image

Her Zaman Dışarıda Kalan Birileri Vardır

AHT Sahnenin Disindakiler.inddAslında aylar oldu Tanpınar’ın bu kitabını okuyalı. Bununla birlikte, sanırım Tanpınar kitaplarının hepsini okumuş oldum ve bunun için çok pişmanım. İnsan Tanpınar’ın romanlarından hiç olmazsa birini ahir ömründe okuma niyetiyle saklamalı ki, hayata tutunacak bir dalı kalsın.

Tanpınar’ın müthiş gözlem yeteneği bu romanda da kendini hissettirse de, bu romandaki gözlemleri Proustvari olmaktan uzak. Gündelik hayatın içine serpiştirilmiş görünen ve Huzur‘da bütün ihtişamıyla kendini sergileyen o gözlemler, burada yerini daha sakin, fakat bambaşka bir mecraya odaklanmış bir gözleme bırakmış: İşgal altındaki Konstantinopolis. Bu işgal altında olma teması üzerinden, Tanpınar, hem makro düzeyde bir “sahnenin dışında kalanlar” atmosferi yaratır, hem de aynı anda, mikro düzeyde başka bir “sahnenin dışında kalma” hadisesi de roman kahramanının, memleketinden, en önemlisi sevdiği kadından kopuşu ve artık bundan tamamen ümidini kesişi kurulur. Huzur‘da kısmen, Saatleri Ayarlama Enstitüsü‘nde ise mizahi olarak daha geniş düzeyde bahsedilen bu medeniyet paradigması değişimi, felce uğramış ve kendi fin de siecle’ini yaşamaya mecbur bırakılmış, bunun sancılarını çeken medeniyet algısı bunalımı, bu romanda da kendine oldukça sağlam bir yer edinmekle beraber, daha çok işgaleuğramış bir Konstantinopolis ve daha da vahimi, işgal altında bulunan milyonlarca zihinden ve ruhtan mürekkep bir vatanı, samimane acıdığı bir Şark’ı anlatır Tanpınar. Tabi içinde, yitip gidip bir aşkın hikayesini de bize unutturmadan.

Sahnenin Dışındakiler’de içime dokunan bir şeyler vardı. Normalde Tanpınar bende bu etkiyi yapmazdı, fakat bu romana sirayet etmiş o mündemiç melankoli ve umutsuzluk, bazı cümleleri insanın gözüne sokuyor, kalbine saplıyordu. Zaman zaman, hareketsiz kaldığımı hatırlıyorum.

 

“Halinde, sonradan okuduğum Edgar Allan Poe hikayelerinin kadın kahramanlarını andıran bir şey vardı. Onlar gibi, insanın içinde aşk, sonsuzluk duygusu, bilinmez daüssılalar uyandırdıktan sonra ortadan çekilip giden bir mahluk.

Çekilip giden, fakat bir türlü unutulamayan bir mahluk.” Sf. 9.

Bu gönül ilişkisinin enkazı altından ara ara başını kaldırıp Konstantinopolis’e bakan kahramanımız bazen gözlem yapmaktan geri durmaz. Örneğin şu jenarasyonel detayı pek önemli buldum:

“Dört muharebe senesinde bir kaç nesil birden askere alındığı için ananeleri yeni gelenlere öğretecek insan kalmamıştı. Uzun süren bir kıştan sonra, buzlar altında filiz süren otlar gibi her şey yeniden filizleniyordu.” S 13.

Eski Konstantinopolis’e dair (aslında bu noktada Konstantinopolis değil İstanbul demem lazımdı, ama ben bu kelimeyi kabul etmiyorum. O şehrin adı Konstantinopolis veya Kostantiniyye, ve gerçek adı iade edilene kadar ben Türkçedeki adını kullanmayacağım.) başka bir gözlem, özellikle önem arzetmekteydi. Bugün tamamen yitirmiş olduğumuz ve malesef oturup yasını tutmamız gereken şey, bir zamanlar inanan-inanmayan, müslüman-gayrimüslim herkesçe paylaşılmakta ve sokaklara rengini tatlı bir takva vermekteydi:

“Bundan otuz, kırk sene evvel insanlar, sadece iş veya eğlence için bir yere gelmezlerdi. Hatta asıl bütünleştirici olan şey, bunlar değil ibadetti. İman dediğimiz duyguyu içinde duysun veya duymasın herkes evinden çıkarken onun kisvesine bürünürdü. İman, sadece bizi Allah’a bağlayan bağ değil, müşterek kıyafet, yüz ifadesi, muaşeret şekli, hülâsa cemiyet hayatında nezaket ve merasim dediğimiz şeylerin, yani karşılıklı münasebetlerin tek kaynağıydı. Onu içlerinde gereği gibi bulamayanlar, yahut onun emirlerine gereği gibi itaat etmeyenler de sanki her evin taşlığında, veya kapının yanında küçük bir dolap varmış gibi onun hallerini, o kendinden geçme, çok yüksek bir varlığa bağlama ve tevekkül maskesini yüzlerine geçirmeden dışarıya çıkıp insanların içine karışmazlardı.” S. 22.

Konstantinopolis adetlerinden bir başkasını anlattığı kısımda ise, gülümsememiz engel olamıyor, bu strateji üstadı kadına hayran olmadan edemiyoruz:

“O yıllarda İstanbul’un en parlak, en kıskandırıcı evlenmeleri, Sakine Hanım’ın vasıtasıyla olanlardı. Bu başarının başlıca sırrı, Sakine Hanım’ın çok realist yaradılışında idi. İzdivaç ona göre bir iş, belki de en mühim ve ciddi bir işti; her şeyden evvel de hesaba dayanıyordu. Sakine Hanım, bu hesabı sade para üzerine kurmaz, daha doğrusu iki tarafın behemehal zengin olmasını istemezdi. Bir tarafın getirdiği maddi nimetleri, öbür tarafın şöhret, asalet, güzellik, iyi tahsil, görgü, zekâ, mevki, bağlanma kabiliyeti gibi meziyetlerle birleştirmeye çalışırdı. Böylece manevi kıymetler de onun izdivaç piyasasında, bir nevi esham ve hisse senedi gibi efektif rolü oynardı.” 74.

Belki kitabı okuduğum sırada yersiz yurtsuz olduğumdan ve ev kekinin temsil ettiği bütün huzura muhtaç hissettiğimden, şu kısmı da not etmek istedim. Büyük şair Verlaine’in özlemini duyduğu şeylerin neler olduğunu görünce, biraz afallıyor insan. Acaba ansinthe’den beyni sulanmış bir şekilde Paris cafélerinde süründüğü günlerde mi bunu yazdı, yoksa daha önce mi, bilmiyorum. Bildiğim, benim gibi bir çoklarının hislerine tercüman olduğu.

“Bu son cümlenin ilhamıyla Verlaine’in ‘Mon rêve familier’sini yavaş, biraz muttarit, bununla beraber içten gelen bir şeyler katmasını bildiği sesiyle okumaya başladı. Zaten son günlerde konuşmalarımız yer yer, hep aynı şairin ehlî hayatı, lamba ışığını, çay masasını, başbaşa saatlerin ve akşam gezintilerinin sükûnunu, mahremiyetini özleyen gençlik şiirleri ile bitiyordu.” S. 82.

Romanın en dokunaklı cümlelerinden biri de, aşkını kaybediş öyküsünden, kahramanın:

“Bundan sonra onu bu şarkıların arasından, onların taşıdığı hasret ifadesiyle sevecektim.” Sf. 168.

Tanpınar’ın, Doğu’yu, en içler acısı haliyle anlattığı kısım ise, hiç bir zaman aklımızdan çıkmamalı:

“İskeledeki yolcuların sefaleti, düşüncelerimizin istikametini değiştirdi. Ne İhsan’ın babadan kalma evinde, ne Rasim Bey’in köşkünde, hatta o perişan hâline rağmen biraz evvelki yalıda, bu sefaletten eser yoktu. Onlar, arasından çıkıp geldiğim insanların hayatıyla hiç bir alakası olmayan yerlerdi. Halbuki bu küçük Boğaz iskelesinde gördüğüm düşünceli memur, yaralı elini çorabı kadar kirli bir askıya asmış, ince bir değneğe dayanarak topallaya topallaya yürüyen, henüz terhis edilmiş nefer, ağlamaktan yorulmuş gözlerini yüzlerinde behemehal aramak lazım gelen ihtiyar kadınlar, ebedî bir vazgeçtimde her şeyden uzaklaşarak zihnî bir şehvet içinde yaşayan, aşkı da cinsiyeti de küçük, iğrenç, insandan ayrı itiyatlar haline getiren her yaşta insan, sadece ıstıraplarıyla, kendilerini yakalayan alakasızlık veya dört taraflarını saran ihtiyaçla öbürleriyle birleşiyordu. Bu matematiği Trakya’dan Van’a, Van’dan Çin Denizi’ne kadar götürebilirdiniz. Bu şarkın sefaletiydi.” 185.

Ve Tanpınar’ın, yine her zamanki gibi memleketin, Anadolu’nun halinden dem vurduğu kısım:

“Çünkü Anadolu acıdır, dedim. Eliniz kesildiği zaman, bir yere çarptığınız zaman duyduğunuz şey yok mu, işte onu çok büyültün, tahammül edilmeyecek hale getirin, işte Anadolu odur…” 207.

Ve bunu türkülerle birleştirdiği bölüm unutulmaz. Tanpınar bir de burada, “Anne benim sol yanımda sancı var/ ben ölürsem benden nice genci var” türküsünün sözleri üzerinden bir türkünün yazılışını anlattığı kısım, türkülerin sadece sözlerine değil, ezgilerine bile sirayet etmiş o acı. Tanpınar büyük adamdı.

“Bilmem Anadolu türkülerini sever misiniz? Korkunç şeylerdir. Birdenbire kulağınızın dibinde bir daha içinden çıkamayacağınız bir uçurum açılıverir. Artık ondan sonra sizden hayır gelmez. Her şey etrafınızda altüst olmuştur. Çünkü sıcak ekmek gibi insan ıstırabıyla, azmiyle, hasretle, ölümle başbaşa kalırsınız.” 208

Evet, türküler böyleydi. Türküler, Tanpınar’ın Beş Şehir kitabında da belirttiği gibi, “farkında olmadan yutulan bir avuç kor” gibiydi. Bu koru yutan da bir daha kendine gelemez, belki de hep “sahne”nin dışında kalma pahasına, bazı şeylere veda ederdi.

Olsundu. Ortada bir sahne olabilmesi için, bazılarının dışarıda kalması gerekmez mi zaten hep?

The residence of one of the French generals in occupied Istanbul.

Parker’la Bir Kaç Gün

JacketDorothy Parker’ı nasıl anlatmaya başlasam pek bilemiyorum açıkçası. İlk defa Sentiment hikayesi ile tanıdığım ve bir kaç cümlelik sarkastik alıntılarından aşina olduğum Parker’ı daha ayrıntılı okumak istediğim için, toplanmış hikayelerinden oluşan kitaba başladım.

Parker hakkında söylenebilecek en önemli şey, hayatı ve insanları, pesimizm ve umutsuzluk gözlükleriyle görüp, acıyı ve dertleri, hiç bir şekilde sevimlileştirmeye ve güzel göstermeye çalışmadan, olduğu gibi anlatması. Parker’ın tüm zeka kıvraklığına, tüm söz sanatlarına ek olarak, bir kelime kullanılmakta onun için: “Bitter.” Ki bence bu, usta yazarı anlamak ve anlatmak için seçilmiş en uygun kelime.

Parker’ın hikayeleri genel olarak sevip de kavuşamayan, ya da sevip de kavuşan insanların günlük hayatlarına serpiştirilmiş acılarını anlatıyor. Birincisi tamam da, ikincisi nasıl oluyor diyen varsa diye: Hemen hemen tüm gönül ilişkilerine damgasını vuran, cicim aylarının geçmesinden sonra tarafların birbirlerine duymaya başladıkları olumsuz hisler, ilk günlerin o havalarda uçan aşk ve muhabbet dakikaları, komplimanlar, kurlar, vb gibi, terki elem veren zevkler, desek herhalde anlaşılmış olur. Bu Parker’ın hikayelerinden sadece birkaçının teması, fakat asıl, Parker gibi, aşık tabiatlı bir insanı yerden yere vuran, onun için parçalayan aşkları (ki genel olarak kadına yüz vermeyen erkekler şeklinde tezahür ediyorlar) hikayelerin temelini oluşturuyor.

Gönül meselelerine ek olarak, geçen yüzyılın sonunda artık iyiden iyiye kapitalizmin ve finansın merkezi olmaya başlamış New York şehrindeki, sınıflar arası encounter/ karşılaşma’lar bazı hikayelerin temasını oluşturuyor. Çalışan mavi ve özellikle beyaz yaka işçiler ve memurlar ile, lükse ve şaşaya vakit ve para ayırabilen elitler arasındaki karşılaşmayı, onların birbirine teğet geçen ve yüreğe dokunan okasyonlarını anlatan, bunu yaparken de kesinlikle fakir edebiyatına ve sosyal-gerçekçiliğin kara-kuru olay örgülerine ya da tasvirlerine başvurmayan Parker, hem toplumun hem de bireylerin acılarını yakalayıp, bir iki cümle/dakika/saniye/parçacık ile anlatıveriyor, diyebiliriz. Ebatları, orijini, kaynağı ve hedefi ne olursa olsun, hikayelerin temelinde acı var. Saf ve insanî acı.

Hikayelerin hepsini anlatmak ya da adlarını zikretmek uzun zaman alacağından, sadece bir kaç alıntı yazmak uygun olur. Öncelikle, hikayenin hepsi mükemmel olsa da, ki sadece 3-4 sayfa, Sentiment hikayesinin girişi, insanı bir kaç kelime ve cümle ile vurmaya muhtedir:

“Oh, anywhere, driver, anywhere – it doesn’t matter. Just keep driving.
It’s better here in this taxi than it was walking. It’s no good my trying to walk. There is always a glimpse through the crowd of someone who looks like him—someone with his swing of the shoulders, his slant of the hat. And I think it’s he, I think he’s come back. And my heart goes to scalding water and the buildings sway and bend above me. No, it’s better to be here. But I wish the driver would go fast, so fast that people walking by would be a long gray blur, and I could see no swinging shoulders, no slanted hat.”

Buna ek olarak, askeriyede çalışan kocasına duyduğu hisleri aklından, ve tabi ki, kalbinden geçiren bir kadının hikayesi de içinde bazı alıntılanması gereken paragraflar barındırmaktaydı:

“To keep something, you must take care of it. More, you must understand just what sort of care it requires. You must know the rules and abide by them. She could do that. She had been doing it all the months, in the writing of her letters to him. There had been rules to be learned in that matter, and the first of them was the hardest: never say to him what you want him to say to you. Never tell him how sadly you miss him, how it grows no better, how each day without him is sharper than the day before. Set down for him the gay happenings about you, bright little anecdotes, not invented, necessarily, but attractively embellished. Do not bedevil him with the pinings of your faithful heart because he is your husband, your man, your love. For you are writing to none of these. You are writing to a soldier.”

Aşıklar Geçidi

ImageSon günlerde tez yazımından arta kalan zamanlarımda ilgimi çeken konularda kitaplar okumaya yöneldim. Bu konuların başında da tabi ki Tasavvuf gelmekte. Daha yoğun Sufizm okumalarına geçmeden önce, Batılı seyyahların onlar hakkında düşüncelerine ve anılarına bakmak daha çok ilgimi çekti, ve Omar Michael Burke tarafından yazılan Sufiler Arasında kitabını okudum. Yazarın müslüman olup olmadığı konusunda emin değilim, fakat köken olarak Doğulu değil. Pakistan merkezli olarak yıllarca İslam dünyasında tarikatler ve çeşitli İslamî gruplar arasında bulunmuş ve bunları kaleme almış. Kitabın en güzel tarafı, Leopold Weiss (Muhammed Esed) gibi, Doğu insanını ve kültürünü kesinlikle ötekileştirmeden, kendini bir talebe, onları da bir öğretmen kabul etmesi. Kitapta bir çok Sufi grup ve onların şeyhleri ile yapılan görüşmelerin yanısıra, Mısır’daki Müslüman Kardeşler ve Afganistan’daki Kafiristan pagan grupları da anlatılmış.

Kitaptaki bir çok noktanın yanı sıra, kendi merakımı celbeden bir konu hakkında bazı güzel cevaplar edinme fırsatı buldum. Tasavvufî arayış ve ihtiyacın “hangi kültürde, toplumda olursa olsun bazı insanların içinde bir yönelim arzusu şeklinde tezahür edebileceği” meselesine, bizzat tarikat şeyhlerinin verdiği cevaplar ilgi çekiciydi.

Örneğin yazarımız, Pakistandaki bir tarikatta, tekkede beraber kaldığı dervişlerden biri tarafından şu şekilde ikaz ediliyor:

“Ona bir kişinin neden sûfi olması gerektiğini sordum.

‘Sûfileri ve yazılarını sevebilirsin, bu kişilerin senin için iyi bir topluluk olduğunu ve çekici bir hayat tarzları olduğunu düşünebilirsin. Ancak seni gerçekten çeken şey, senin kendi içinde çalan çandır. İşte bu sûfi çağrısına verilen cevaptır. Bu ‘cevap verici’ daha sen yaratıldığın ilk anda senin içine yerleştirilmişti.'” s. 19.

Kitabın ilerleyen bölümlerinde de, yolu Tunus’un derin vahalarından birine düşen yazarımız, Nefta şehrinde, Senûsi tarikatı pîri ile yaptığı görüşmeyi şu şekilde naklediyor:

“Arapça ve Farsça’sının yanında yanında Fransızca’sı da çok iyiydi ve kendi sisteminin diğer sistemler ile ilişkisi hakkında söyleyecekleri vardı. Tasavvuf’un ne peygamberin dinsel ilkelerinin sertliğine bir başkaldırı, ne de Hindistan’a, Budizm’e veya Neo Platonizm’e bir şeyler borçlu olduğunu söyledi.

‘Dışarıdan bakan âlimlerin bizim yolumuz hakkında yapmış oldukları üstünkörü ve sathî benzetmeler bir neden-sonuç ilişkisine bağlı değildir.’ diye devam etti; ‘Bunun sebebi daha çok bizim faaliyetimizin temellerinin tüm insanların zihninde yer almasıdır. Ancak bizim tek yaptığımız onu sistematize etmektir, ta ki insanda tam anlamıyla etkinleşebilsin. Nihayetinde asıl amaç İnsan-ı Kâmil ortaya çıkarmaktır.'” s. 52.

Kitabın sonraki bölümlerinde de görüşülen tasavvuf büyükleri de, kişiyi sufî bir arayışa yönlendiren bu içsel çağrının, bir kültüre ve “medeniyete” sınırlı olmadığından ve yaratıcısından kopup gelen insanın bu ihtiyacı ancak sistemleştirilmiş bir aşk yolu ile tatmin edebileceğinden bahsetmekteydiler.

Doğu-Batı dikotomisinin/çatışmasının artık günümüzde geçerliliğini kaybettiği ve Müslüman-Hristiyan toplum okumalarının artık tozlu raflara kaldırılması gerektiği gerçeğine rağmen yine de, dinlerin ve tarikatların genelde Doğu kökenli olduğu ve Doğu insanının inanmaya, teslim olmaya yatkınlığı ve aynı şekilde felsefi akımlar vb.’nin Batı’dan neşet ettiği, o insan türünün de akla yaptığı vurgu dikkate alındığında, aslında Sufî geleneğin de Doğu kaynaklı olması, bu mükemmel öğretilerin Doğu’dan dünyaya yayılması son derece mantıklı ve anlaşılır. Fakat bu öğretilerin sistematize edilmesi her ne kadar Doğu kökenli de olsa, yine de insanların içinde bulunan sufi arayış, aşk ve cemalullah ihtiyacı, hiç bir “medeniyet” ya da ülke sınırlarıyla kısıtlanamayacak kadar engin ve geniş. Yoksa Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Goethe’yi nasıl açıklayabiliriz?

Kitabın en güzel kısımlarından biri de, yazarın, herşeyi akılla çözebileceğini zanneden alışkanlığını eleştirmesi ve aklın kısıtlı ve bazen de düpedüz işeyaramaz olabileceğini ikrar ettiği bölümdü:

‘Bu minvalde mürşîd devamlı soru sormamızı teşvik ediyordu. Sözlerindeki bazı imalar, zihnimdeki itirazların farkında olduğunu gösterdi. Bu itirazlar on yılların mahsulü bir beyin alışkanlığının yeniden teyidiydi. Bu, kişinin gördüğü, işittiği ve düşündüğü her şeyi yargılamaya çalışma alışkanlığıdır ve hem Doğu hem de Batı entelektüellerinin bir özelliğidir.’ s 106.

Aynen bu konuda, yazar tekke bahçesinde değişik bir tecrübe edilir. Ağaç dalları, taşlar, üzüm gibi şeylerin biraraya getirilip bırakılmış olduğunu görür, ve bunun ne olabileceği konusunda kıyasıya düşünme sürecine girişir fakat bir cevap bulamaz. Diğer tarikat ehline de soramaz bunu. Bir süre sonra şeyh yanına gelir ve şöyle der:

‘Seni düşündürmek için orada duruyordu. Cisim hakkında bir şeyler tasarlamana yardımcı olmak içindi. O oradaydı, çünkü hiçbir anlamı yoktu. Melekelerinin en adîsi olan üç beş kuruşluk düşünme yetine güvenerek bir şeyleri başka şeylerle ilişkilendirmenin her zaman mümkün olmadığını göstermek için oradaydı.’ s. 107.

Akıl yürütmenin, düşünmenin değerinin, temel meseleler hariç aslında ne kadar değersiz ve eksik olabileceğini, yazar bu şekilde kavrar.

Uzun zamandır üzerine kafa yorduğum başka bir konu olan, hakik güzellik ve genel olarak da, dile getirme/ifade etme yerine tecrübenin kendisi ile hemhal olmanın değeri hakkında da şu şekilde bir ders alır yazarımız:

‘Öyleyse işte sana ders: Tam anlamanın olduğu yerde sükût vardır. Konuşma olmaz. Eğer biriyle bir deneyimi paylaşırsan ve bu gerçek ve doğru bir deneyimse – yani gerçekten derinlemesine bir deneyimse – bunu kelimelerle ifade edebilir misin? Kelimelerle ifade etmek ister misin? Aşık olduğunda ‘sana aşığım’ cümlesi bir şey ifade eder mi? Ya da gerçek aşk eline dokunmak veya bakışmak mıdır?’ sf. 108.

Son olarak da, Volkan’a ithaf ettiğim bu alıntı, samimi olmanın önemini, ve samimiyet olduğu takdirde hiçbir eksikliğin insanı yolundan alıkoyamayacağı hakkında:

‘Ne kadar kifayetsiz olursan ol, içtenlik ve samimiyet bunu telâfi edecektir – yaşa ve gör.’ s. 140.

cerrahi

Bana güzelliğin resmini yapma, n’olur.

Yüksek lisans tezimi yazmaya başlamadan önce, elimden geldiğince çok edebiyat eseri okumaya çalışıyorum ve bu amaçla son okuduğum kitap da, Oscar Wilde’ın yazmış olduğu The Picture of Dorian Gray‘di. Bu kadar başarılı, bu kadar seveceğim bir kitap beklemiyordum açıkçası. Asla bir kere okumakla yetinilmemesi gereken, tekrar tekrar dönülmesi, müzakere edilmesi gerekli olan bir kitap bence. Kitabı okurken elimden kalemi bırakamadım, neredeyse her cümlenin her paragrafın altını çizme ihtiyacı hissettim.

Kitap genel olarak, çok da komplike olmayan bir olay örgüsü üzerinden ilerliyor. Zaten son derece kısa bir kitap. Fakat olay örgüsünden ziyade, vermeye çalışılan mesaj ve satır aralarına gizli binlerce detay kitabı seçkin kılıyor. Yüz güzelliği ve gençlik kavramlarının tecessüm ettiği iddia edilecek kadar muhteşem bir yakışıklı olan Dorian Gray, yakın arkadaşı Basil tarafından resmedilir. Basil’in arkadaşı, hayat tecrübesinin artık iyice nihilistleştirdiği, iflah olmaz bir skeptik haline getirdiği Lord Henry ise, kitabında daha başında Dorian Gray ile tanışır, ve hikaye gelişir. Lord Henry’nin fişteklemeleri ile “bu gençlik benden gidecek” fikrine uyanan Dorian Gray ise, içinden hırsla “Keşki yaşlanmasam da tüm kırışıklar, yaşlılık emmareleri benim yüzümde değil, bu resimde oluşsa, ben hep bu resmin değişmezliğini yaşasam, hep pir u pak, ter ü taze bu sarışın yüzüm parıldasa.” diye geçirir. İçinden geçenler, artık ne hikmetse kabul olunur ve bu tabloya yüklenen bir tılsım ile, artık tüm yaşlanma süreci, Dorian’ın değil, yağlıboya tablonun başına gelmeye başlar. İlerleyen bölümlerin detaylarını vermek istemiyorum, fakat sonunda, Dorian Gray’in planının aslında ona huzur ve mutluluk değil, elem ve gözyaşından başka bir şey getirmeyeceği apaçık ortaya çıkar. Burada aslında modern dünyanın yaşlanmaktan kaçınma ve onu yoketme, yaşlanan, eskiyen, “geçici” olarak addedilen güzelliği dondurup öyle muhafaza etme takıntısına topyekun bir eleştiri sözkonusu. Bence Wilde bize büyük bir hakikatı ders vererek, aslında bu tür güzelliğin sürekli bir devinim ve geçicilik bulutu içinde güzel olduğunu vurguluyor. Bir an parlamalı, sonra yavaş yavaş sönmeli, kaybolmalı (ki aslında hiç kaybolmaz) ve yerini başka güzelliklere bırakmalı.

Kitapta, sonlara doğru verilen bu noktadan başka bir çok yerde de esthetic theory hakkında yargılar mevcut.

Kitap hakkında çok fazla alıntı yapılabilir, ama beni en çok etkileyen, durup dakikalarca hatta saatlerce düşünmeme sebep olan bazı altınılar şu şekilde:

‘I wonder who it was defined man as a rational animal. It was the most premature definition ever given. Man is many things, but he is not rational. I am glad he is not, after all.’ (p. 26)

Şimdiki alıntı ise, her zaman üzerinde durmaya ve kendi arkadaşlarıma anlatmaya çalıştığım bir noktayı anlatıyor. Gerçek güzelliğin açıklanamayacağı, dil ile anlatılamayacağı ve anlatılmaması gerektiği meselesi:

‘You said to me once that pathos left you unmoved, but that beauty, mere beauty, could fill your eyes with tears.’ (p. 41)

‘The sky above was like a faded rose. He thought of his friend’s young-fiery-coloured life, and wondered how it was all going to end.’ (p. 49)

Dorian’ı seven bir tiyatro oyuncusunun ağzından dökülen cümleler de, gerçek aşıkların kalplerinde olanlara bir ayna tutuyor, kanımca:

‘I love him. I love him because he is like what Love himself should be.’ (p.51)

Romanın ve genel olarak Wilde’ın en tipik özelliklerinden biri de kadınlara olan aşırı derecede bir önyargısıdır. Her fırsatta kadın denilen varlığı ötekileştiren ve eleştiri oklarına hedef yapan Wilde, bu romanda da sık sık kadınlarla alay ediyor (her bir alay başım gözüm üstüne):

‘Women, as some witty Frenchman  once put it, inspire us with the desire to do masterpieces, and always prevent us from carrying them out.’ (p. 65)

Wilde’ın karakteristik özelliklerinden biri de, hayattan şikayet etmeksizin, onun ne denli acımasız, üzücü, hüzünlü olduğunu yinelemesi, onun kocaman bir hüzün yığınından ibaret olduğunu söyleyip durmasıdır. Wilde’ın erkeklerden hoşlanan kişiliği ve dolayısıyla kronik bir “sevip alamayan” insan olduğu gözönünde bulundurulduğunda, tüm bu sitemler anlaşılır bir noktada duruyor:

‘How extraordinarily dramatic life is!’ (p. 80)

Ve:

‘That is all. I wonder if life has still in store for me anything as marvellous.’ (p.84)

Kitabın kısımlarından birinde, Wilde’ın bahsettiği, insanoğlunun bütün amellerinin insanın yüzüne kaydedildiği düşüncesine rastladım. Bu aslında bizim kültürümüzde de sıklıkla duyduğumuz nurlu-nursuz yüz farkına işaret ediyor, insanın işlediği günahların, yüzünden tek tek okunabileceğini iddia ediyordu:

‘People talk sometimes of secret vices. There are no such things. If a wretched man has a vice, it shows itself in the lines of his mouth, the droop of his eyelids, the moulding of his hands even.’ (p. 119)

Kitabın en güzel, en vurucu cümlelerinden biri ile bitirmekte fayda var. Ancak Wilde gibi, hiç bir sevdiğine kavuşamayan, kavuşma ihtimali olmayana kimseleri seven birisi bu cümleyi yazabilirdi:

‘Life is a great disappointment.’ (p. 142)

Yüreciğim

İnsan bazı konularda, bazı meselelerde yorum yapmamalı, konuşmamalı, haddini bilmeli. Küçük Prens de bu tip şeylerden biri hayatta. Onun hakkında konuşulmamalı, yazılmamalı, yorum yapılmamalı. Bundan dolayı sadece bir kaç alıntı yapmakla yetineceğim.

‘If you could fly to France in one minute, you could go straight into the sunset, right from noon. Unfortunately, France is too far away for that. But on your tiny planet, my little prince, all you need do is move your chair a few steps. You can see the day end and the twilight falling whenever you like…
“One day,” you said to me, “I saw the sunset forty-four times!”
And a little later you added:
“You know– one loves the sunet, when one is so sad…”
“Were you so sad, then?” I asked, “on the day of the forty-four sunsets?”
But the little prince made no reply.’

Ve:

‘The stars are beautiful, because of a flower that cannot be seen.’

Ve:

‘So be kind! Do not leave me grieving. Write to me quickly to tell me that he has come back’

Avrupa ve İslam’a Dair: Yeni, Yine, Yeniden

Başlığın ne kadar klişe ama bir o kadar da ilgiyle takip edilen ve üzerine yazılıp çizilen bir mesele olduğunun farkındayım. Bu konular hakkında, Avrupalılar ve Müslümanların ilk defa ilişki içine girmeye başladıkları ortaçağdan beri bu konu hakkında binlerce kitap, risale, mektup kaleme alındı. Her iki kamp, çoğunlukla birbirini aşağılayan, bazen de birbirlerini empati yoluyla anlamaya çalışan hakkaniyetli yazılar ortaya koydular.  Bu konuda yazılmış güncel kitaplardan biri, Boğaziçi Üniversitesi ve Fatih Üniversitesi akademisyenleri Hakan Yılmaz ve Çağla Aykaç tarafından editlenen ‘Perceptions of Islam in Europe’ (Avrupa’da Islam Algıları) kitabıydı. Bu konuda son derece meraklandığım için kitabı okumak istedim.

Kitap genel olarak Avrupa’da yeni oluşan ya da oluşmakta olan İslam algısını, bu konudaki case study’ler, teorik tanım önerileri ve kişisel fikirler şeklinde ortaya koymayı hedefliyor. Bir kaç örnek vermek gerekirse, ilk makale olan Gerard Delanty’nin yazısı, tarihsel bir perspektifle, aslında Avrupa medeniyetinin oluşumunda İslam’ın bir düşman değil bir yapıtaşı olduğunu anlatmaya çalışıyor. Makalelerden başka biri ise, globalleşme sürecinin bizzat İslami gruplar üzerindeki etkisine bakarken, bir diğeri Alman okul kitaplarındaki (textbook) İslam karşıtı öğelerin çok uzun zamandır değişmeyen doğasına ve bu konudaki path-dependency meselesine bakıyor.

Genel olarak bir çok konuda farklı makalelerin toplanamasından oluşan kitabın makalelerinin, aslında bizim zaten aşina olduğumuz son derece basit meselelerinin yazıya geçirilmiş hali olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan kitap son derece sıradan ve basit gelebilir. Fakat açıkçası kitap Avrupa bağlamında yazıldığından ve Avrupa menşeli olduğundan böyle basit olması son derece normal. Benim şimdiye kadar okuduğum Amerikan ve Avrupalı akademi arasında ciddi bir mantık ve doku farkı var zira.

Yine de kitap, Avrupa ve İslam konularına küçük de olsa ilginç ve güncel bir katkı olmuş diyebiliriz.

Aşka ve Diğer Şeytanlara Dair

Adını oldukça ilginç bulduğum bu kitabı (tam Türkçe çevirisi bu başlık aslında) hem biraz ince olduğu, hem de usta yazar Marquez’in kaleminden çıktığı için okumaya karar verdim. İngilizce adı Of Love and Other Demons, Türkçe’ye çevrilen hali bence çok daha yumuşatılıp cicileştirilerek Aşk ve Öteki Cinler yapılmış, ki bu kitabın adı üzerinden verilmek istenen mesaja son derece ters.

Kitap hakkında söyleyebileceğim çok fazla şey yok aslında. Kitap hakkında bazı eleştiri gazete ve dergilerinde çıkan tour de force sıfatı çok abartılı, kanımca. Yabancı medyada, hele hele ABD kökenli bestseller listelerinde, bir yazarın biraz parıltılı, hareketli, renkli romanlarına hemen bir tour de force payesi verilmesi sözkonusu. Fakat bu kitap, bu sıfatı haketmek şöyle dursun, Marquez’in diğer başyapıtlarının yanında birazcık sönük kalıyor.

Kitap, doğaüstü güçleri olan sıradışı kız çocuğu Sierva Maria’nın başından geçenleri, ve içine şeytan girdiği iddiasıyla bir manastıra kapatılmasını anlatıyor. Roman boyunca, kızın içinde bulunduğu Latin America toplumunun sosyolojik ve psikolojik dinamiklerini de hissetmek mümkün. Fakat romana asıl ağır basan şey, Marquez’in meşhur ‘büyülü gerçekçilik’ tarzı. Buna Marquez bu romanda o kadar çok yer veriyor ki, roman bir süre sonra insan duygularını, sosyal ilişkileri vb tamamen es geçerek, fantastik bir kitaba dönüşmüş. Normal şartlarda kıvamında kullanıldığı takdirde, insanın edebi damağında güzel tatlar bırakabilecek bir tarz olan doğaüstü detaylar, burada artık sıradanlaşıyor ve iyice ‘ııı, yine mi’ diye söylenmeye başlıyoruz.

Yine de Marquez’in eseri olması hasebiyle, güzel ve okunası bir roman olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Kitaptan alıntı olarak, bir anda çılgınca bir tutkuyla bir işçi/köylüye aşka tutulan Bernarda ve bu adam arasındaki konuşmayı ilginç buldum:

‘Judas was in the center of a circle of onlookers, dancing with any woman who would pay him, and the authorities had to impose order to control the frantic yearning of his claimants. Bernarda asked him how much he cost. Judas replied as he danced: “Half a real.” Bernarda took off her mask. “What I’m asking is how much you cost for the  rest of your life.” she said.’ (s. 21)

Ve kitabın en ilginç cümlesi, Marquez’den sıklıkla alıntılanan ve paylaşılan cümle bu romanda yer alıyor.

‘No medicine cures what happiness cannot.’ (s. 33)

Acıyı Resmetmek

Baştan aşağı acının tarif ve tasvir edilmesinden oluşuyor, Goethe’nin ünlü eseri Genç Werter’in Acıları. Orjinal ismi Die Leiden des jungen Werthers olan kitap, aşk acısı çeken bir genç olan ve yeni bir yerleşim yerine taşınan, oldukça hassas ve kırılgan, yer yer de “arabesk” bir ruha sahip Werther’in sonu faciayla biten aşk macerasını anlatıyor. Kitap hacim olarak oldukça küçük, hikaye örgüsü olarak da oldukça kısa.

Kitabın Batı edebiyat tarihinde işgal ettiği konum ve değer tabi ki tartışılamaz. Hatta belki bu geleneğin başlangıç noktası, ya da en azından kilometre taşlarından biri. İnsan ruhunu, duygularını bu kadar nazara vererek anlatmak hem güzel hem de oldukça öğretici.

Fakat itiraf etmeliyim ki kitaptan o kadar da etkilenmedim. Büyülenmedim. Bir çok kısmı okuyup geçtim. Sanırım “şu şu şu acıları çekiyorum.” diye yazılmasındansa, bu acının insan ruhunda ve iç dünyasında sebep olduğu yıkım ve bunun neticesindeki kırık dökük havanın anlatılmasını daha çok seviyorum ben. Şiirlerde olduğu gibi bir kaç kelime veya cümle ile anlatmak, sayfalarca çekilen aşk acısını anlatmanın en estetik yolu, kanımca. Bu açıdan kitap, hem Werther’in acıları, hem de içindeki aşk hikayesinin doğası açısından bir ergenin gençlik tecrübeleri gibi. Ayrıca Werther, henüz aşık olmadığı zamanlarda bile kronik depresyon belirtileri gösteriyor. Eğer kitabı Goethe gibi bir dehânın yazdığını bilmeseydim, okumaya değer bile görmeyebilirdim. Fakat yinelemek gerekirse, kitap hem bir edebiyat sultanının eseri olması hem de bu türün atasını teşkil etmesi hasebiyle, kitaplıklarda baş köşelerde durmayı hakediyor.

Kitaba dair dikkate değer bir kaç alıntı ekleyelim, geleneği bozmamak adına.

‘Yollara düşen en huzursuz gezgin bile nihayetinde yine yurdunu özler, uzaklarda boşuna aradığı mutluluğu yuvasında, karısının göğsünde, çocuklarının yanında, hepsini korumak adına yaptığı işlerde bulur.

[…]

Bahçeden kopardığı bir baş lahanayı sofraya koyan insanın basit ve saf mutluluğunu kalbim hissedebiliyorsa, keyfime diyecek yoktur, çünkü o lahanayı değil, bütün güzel günleri, onu ektiği o tatlı sabahı, suladığı o tatlı akşamları da sofraya koymuş olur, lahananın günbegün büyümesi ona haz verdiği için her şeyin tadına bir anda yeniden varır.’ (s. 26)

Modernitenin iyice kanımıza girdiği, en huzurlu, en basit zevklerimizi bizden çaldığı günümüzde ne kadar manidar bu paragraf.

Buna ek olarak, iki tane yükte hafif pahada ağır cümleyi not etmek istiyorum. (İkisi hakkında da herhangi bir açıklama yapmayacağım.)

‘Tanrı biliyor ya, çoğunlukla bir daha uyanmama arzusu, hatta ümidiyle yatağa giriyorum.’ (s. 85)

“Onu bana ver!” diye Tanrı’ya dua edemiyorum.’ (s. 88)

Böyle Olur Diplomatın Vedası

Yoğun edebiyat okuma sürecine girmeden önce (ki bu edebiyata ayıracağım bir kaç hafta da politika okumalarına verilmiş bir ara, aslında) bir süredir okumayı planladığım eğlenceli bir kitabı okudum. Ünlü İngiliz yayınevi Penguin tarafından basılmış kitabın adı Parting Shots. Giderayak atılmış taş, sokulmuş söz anlamına geliyor. İngiliz diplomatların görev yaptıkları ülkeden ayrılırken son yazdıkları “valedictory dispatch” belgelerinin, üzerinden süre yasağı kalkanların toplanıp yayınlanmasından oluşuyor kitap. Bu veda belgeleri geleneksel olarak, diplomatın resmiyetten uzaklaşıp ülke insanı, kültürü veya politikası hakkında yorumlar yapabildiği veya hayata dair genel görüşler sunabildiği mesajlar. Dolayısıyla okumak son derece ilginç, eğlenceli, öğretici.

Kitap kendi içinde çeşitli temalara ayrılmış. Örneğin ilk kısım, veda mesajlarında, görevlerini tamamladıkları ülke insanını karikatürize ederek açıklamaya çalışanların bir araya getirildiği bölüm. İkinci kısımda “Settling Scores” başlığı altında, dünyaya yayılmış diplomatların Londra’daki üstlerine ya da meslektaşlarına ettikleri sitemleri görüyoruz. “Cold Warriors” kısmında, Soğuk Savaş’ın en şiddetli yaşandığı dönemde komünist bloğu ülkelerinde görev yapan diplomatların anılarına ve görüşlerine yer ayrılırken, ” Camel Corps” bölümünde ise Arap (ya da İran’ı da katarsak, Orta Doğu demek daha mantıklı) ülkelerinde İngiltere’yi temsil etmiş olan elçilerin yazıları toplanmış.

Diplomatların yazılarındaki inanılmaz sanatsal ve bilge üsluba hayran olmamak elde değil. Kitabın içinde bir çok bilgi ve tesbit zaten dikkate değer (yer yer ırkçılığa ve oryantalizme kayan kısımlara dikkat etmek şartıyla). Fakat bu içeriği bir yazar ustalığıyla ve edebi teşbihler/göndermeler yoluyla anlatabilme kabiliyetlerine de hayran olmamak elde değil. Buna ek olarak, yazılan mesajlara sinmiş olan apaçık bir İngiliz kendini beğenmişliğini de farketmemek mümkün değil. Ama zaten bu tür mahremiyet niyetiyle kaleme alınmış belge türlerinde, hele hele sözkonusu alan diplomasi ise, İngiltere’nin bu zihniyetinin cümlelere dökülmüş haline şaşırmamak lazım. (Ya da en azından ben alışık olduğumdan şaşırmadım.) Ülkelerdeki dahili siyasi meseleler hakkında görüş beyan eden diplomatlar, aynı zamanda hem global siyasi dengelerin ne yönde evrilmekte olduğunu açıklamaya çalışıyorlar. Bu açıdan Britanya’nın görece azalan gücü ve etkisi hakkında da sitemkarane tavırları da içeren kişisel yol haritaları çiziyorlar İngiltere için. Çoğunlukla her veda mesajında kendine yer bulan şey ise, ayrılmakta oldukları ülke insanının millî karakterine dair yazdıkları.

Kitap boyunca beni güldüren, içimi acıtan, ya da şiddetle hemfikir olduğum bir çok kısımla karşılaştım. Şimdi bunlardan bir kaçını da buraya aktarıyorum.

İlk olarak, daha henüz Berlin’de geçirdiğim uzun zaman diliminden yeni dönmüşken, kendimin de farkettiği ve şaşırdığı bir gerçeğe parmak basmış, Bonn’daki görevinden ayrılan İngiliz büyükelçişi.

‘There is no European country that is so governed by its past as Germany, and none that seeks so strenuously to avoid it. To the modern German there are no national heroes, nobody to compare with Washington, Jefferson or Lincoln in the US; or Cromwell, Nelson or Churchill in the UK; or Joan of Arc, Napoleon or de Gaulle in France. Even Frederick the Great and Bismarck are seen as mainly Prussian figures, coming from a part of Germany that is not part of the Federal Republic. ‘ (s. 35)

Kitapta buna benzer şekilde bir çok toplum içim yorumlar bulunuyor. Örneğin Liberia halkı için yazılan ‘It is extremely difficult for them to keep working or even to stay awake.’, Japonlar için yazılan ‘An intensely emotional people, given to suicide’, ve ‘the general lack of a coherent philosophy of life’, Uruguay için ‘Nearly all the faults and none of the virtues of Spain’ bunlardan bir kaçı. Tayland halkıve kültürü hakkında yazılanlar biraz sert ve ağır olsa da, ilginç:

‘…And, on another plane, what can one make of a language where the word for dentist is ‘more fun’ or where, at least to the foreign ear, the words for ‘near’ and ‘far’ are exactly the same? […] So here is there and near is far and a watch is merely an ornamental bauble. There are indeed separate expressions for ‘yes’ and ‘no’ but since it is impolite to use the latter the former is used for both. It is then up to the person addressed to decide whether yes is to be interpreted as a flat no or as a no which may convert into a yes by putting his request in another form or to a higher authority.’ (p. 79)

Bu alıntılara ek olarak, kitapta iki diplomatın mesajını çok beğendim, ve şimdiye kadarki kendi tecrübelerimi doğrular nitelikte olduklarını gördüm. Bunlardan biri, Suudi Arabistan’dan ayrılmakta olan diplomatın yazdığı belgeydi. Suudilerin eleştirilebilecek bir çok yönünü yerden yere vuran, fakat yine de yaşam tarzları hakkında bizi bir dakika susup düşünmeye iten bir yorumdu bu:

‘[…] the bulk of the Saudi population reject many of our concepts on both religious and social grounds. They are aware of the rate of divorce, abortion, fatherless children, drug abuse and crime in Western societies and do not accept that we can give them lessons in how to organise a society. But, even more important to them, they see us as a Godless society.

Whatever the Saudis’ faults – and, after seven years here I need to instruction in their streaks of pride, avarice and indolence – they do live in the presence of God. […] The fact is that West’s secular approach is deeply offensive to many here. Nor are the Saudis necessarily wrong. I recently came across Alexander Solzhenitsyn’s verdict on what went so terribly astray in Russia under communism. Written in 1983, it is worth quoting in full:

Over half a century ago, while I was still a child, I recall hearing a number of older people offer the following explanation for the great disasters that had befallen Russia: ‘Men have forgotten God; that’s why all this has happened.’ Since then I have spent well-nigh fifty years working on the history of our revolution; in the process I have read hundreds of books, collected hundreds of personal testimonies, and have already contributed eight volumes of my own toward the effort of clearing away the rubble left by that upheaval. But if I were asked today to formulate as concisely as possible the main cause of the ruinous revolution that swallowed up some sixty million of our people, I could not put into more accurately that to repeat: ‘Men have forgotten God; that’s why all this has happened.’

Eklenecek çıkarılacak başka hiç bir şey bulamıyorum. İkinci olarak da, Afganistan’dan ayrılmakta olan diplomatın ülke için yazdığı belge çok hoşuma gitti. Sol görüşlü (ve ayrıca sosyalizme yakın duruşu olan) biri olarak, bizzat kendi kampımın saçma sapan davranışlarından, bağnazlığından, hantallığından her zaman ben de rahatsız olmuşumdur. Bu mesajda da, yerel ve insani farklılıkları dikkate almadan, ana theorilerde küçük adaptasyonlara dahi gerek görmeden, bodoslama Leninizm’i uygulamaya çalışan Afganistan sosyalizmine değiniliyor.

‘The attempt to introduce the alien philosophy of Communism into an old an very reactionary society seems to me to have failed miserably. It was in any case an unnatural intrusion of a bad European politico/economic system into an Asian context. Some blame for its failure must rest on this regime, which contains a high proportion of very old-fashioned revolutionaries (the Left-wing version of Jehovah’s Witnesses or devotees of the gospel according to St. Marx?) whose ideas are based on one particular theory invented about a hundred years ago and whose minds have closed to any other ideas, especially modern ones. […] This regime has shown all the delicacy and finesse of a bull in a china shop. The regime had quite a chance of success if it played its cards more skillfully. Had it, when it first came to power, shown any sign of recognising the need to adapt its Communist creed to local conditions, even making a concession here and there to local opinion, especially Islamic opinion, its situation today would have been very different. […] It has created in me a strong impression that however long they may be on theory, when Communists have to face a real situation involving real people they cannot cope. They throw back to their bible an repress ruthlessly anyone who does not believe in it.’ (p. 196-197)